15 Ocak 2017 Pazar

ADRASAN

Özet
Tarih: Ağustos 2016
Amaç: Tatil
Favori Faaliyet: Tekne turu, Gündoğumunu izlemek
Favori Görülecek Yer: Sulu ada
Favori Gidilecek Mekan: -

Adrasan, Antalya merkeze yaklaşık 90 km mesafede, bir nehir yatağı boyunca sıra sıra dizilmiş pansiyonlarıyla dikkat çeken sakin bir tatil beldesi. Adrasan’a ulaşmak için önce Kemer ardından Kumluca istikametini takip ediyoruz, Adrasan yönüne saptıktan sonra kısa bir mesafe daha kat ederek pansiyonların olduğu bölgeye ulaşıyoruz. Son düzlükte parkur biraz zorlu, ancak mesafe kısa.
Daha önce konaklamış bir arkadaşımızın tavsiyesi ve internet sitelerinden edindiğimiz olumlu izlenimle Adrasan River Hotel’de yerimizi ayırtmıştık. Adrasan’da küçük bir gözlemeci hariç pansiyonlar dışında yemek yenecek bir yere biz rastlamadık. Bundan ötürü en azından yarım pansiyon hizmet veren bir yerde konaklamak en makulü. Biz de bu tavsiyeyi alarak gitmiştik ve öyle yaptık.
Pansiyonun kahvaltısı ve akşam yemekleri tatmin edici. Kahvaltı mütevazi bir açık büfe olarak sunuluyor. Akşam yemekleri ise çorba, bir çeşit meze/ara sıcak, ana yemek, salata, tatlı ya da meyve şeklinde servis ediliyor. Bunlar dışındaki seçenekler ve içecekler ayrıca ücretlendiriliyor. Adrasan River Hotel’in en keyifli yanı nehrin üzerine kurulmuş masalar ve yer sofralarından oluşan restaurant bölümü. Etrafınızdaki ördekler, balıklar, su kaplumbağaları yemekte size eşlik ediyor. Gün içinde nehrin içine kurulu hamaklarda pineklemek de hayli keyifli.

Odalar küçük ve çok konforlu sayılmaz. İki kişi yarım pansiyon konaklama için 225 TL ödüyoruz. Fiyat performansından ve hizmetten memnun kalıyoruz.
Pansiyon, sahile birkaç dakikalık yürüme mesafesinde. Geniş sahil şeridinin etrafı yeşil yamaçlarla sarılı. Sahil iri taşlardan oluşuyor, deniz suyu berrak ve ılık. Bazen biraz dalgalı oluyor. Çabuk derinleşiyor. Taşlar için deniz ayakkabısıyla gitmek iyi bir tercih.


Adrasan’daki ikinci günümüzde pansiyonumuzun yönlendirdiği kaptanla tekne turuna katılıyoruz. Tur bir gün koylar bir gün Sulu Ada yönünde yapılıyormuş. Bizim gitmek istediğimiz gün Sulu Ada’ya denk geliyor. Adanın üzerinde bir tatlı su kaynağı bulunuyor, adını buradan alsa gerek. Tekne adanın etrafında dolaşıp birkaç yerde demir atıyor, adaya giderken de yine bir iki yerde duruyor. Suların koyu lacivert bir renk aldığı mağarayı andıran yer görsel olarak çok güzel, ancak yüzmek için uygun değil.


Bembeyaz bir sahili ve cam gibi bir denizi olan kısım nam-ı diğer Maldivler ise beklemediğiniz anda karşınıza çıkıveren bir vaha. Güzelliğine kapılıp fotoğraflamayı ihmal etmişiz, internette çok güzel görsellerini bulmak mümkün.
Tekne turuna deniz gözlüğüyle gelmek şart. Suyun altı akvaryum gibi diyorlar. Ödünç gözlüklerle bize de bu keyfi yaşatıyor yolculuk arkadaşlarımız. Bir sonraki tatile çıkmadan birer gözlük almaya karar veriyoruz bu deneyimden sonra.
Güzel insanlarla eğlenceli bir gün geçiriyoruz teknede. Öğle yemeği (balık, makarna, salata, meyve) ile çay ve bisküvi ikramı dahil tura iki kişi için 100 TL ödüyoruz.
Ertesi gün erkenden uyanıp sahile koşuyoruz. Duyduk ki Adrasan’da güneş denizden doğuyormuş. Görmeden dönsek olmazmış hakikaten. Etrafta tatlı bir serinlik ve sessizlik hakim o sıralarda. Önce tan yeri kızarıyor, sonra yuvarlak bir alev topu yükselmeye başlıyor suyun içinden.


Meraklıları için ufak bir not olarak şunu ekleyebiliriz Likya Yolunun parkurlarından biri buradan geçmekteymiş. Ancak hayli zorlu ve yaz ayları için çok uygun olmayan bir aktivite olduğunu da belirtmekte fayda var.
Üç güzel günün ardından Adrasan’dan ayrılıyoruz. Daha uzun vakti olanlar için birkaç günü de Olimpos’ta geçirmek iyi bir tercih olabilir diye düşünüyoruz.




26 Eylül 2016 Pazartesi

TOKYO

Özet
Tarih: Haziran 2016
Amaç: İş Gezisi
Favori Faaliyet: Yürüyüş
Favori Görülecek Yer: Shinjuku Gyoen Bahçesi, Kitanomaru Park
Favori Gidilecek Mekan: -

2016 yılı Ramazan ayında Tokyo/Japonya’da bir toplantıya katılmam gerektiği söylendiğinde, “uzun uçuştan ben korkarım, Japonları da sevmiyorum (iş konusunda), hem kimseyi de tanımıyorum, ne yapayım Tokyo’da!!!” diye düşünmüştüm. Ama emir demiri keser, 1 hafta sonra kendimi Tokyo’da buluverdim.

Aslında uçak biletleri çok daha pahalı olsa da, o dönem THY’den gidiş dönüş (Ankara-İstanbul aktarma uçuşları da dahil) 3.500 TL’ye bilet bulabildim. İstanbul-Tokyo arası 12 saatlik uçuş geçmez gibi gelirken, THY sayesinde birkaç güzel film izleyerek ve biraz da uyuyarak bir çırpıda geçiverdi yolculuk.

Gecelik (oda+kahvaltı) 10.000 Yen (yaklaşık 270 TL) karşılığında 4 gece geçirdiğim, Tokyo standardına göre ucuz sayılabilecek, “Otel Asia Center of Japan”de çok sıcak karşılandım. Otel, Aoyama-Itchome Metro İstasyonu'na 500 metre mesafede, ulaşımı kolay bir konumda. Odaları kimisine göre fazla küçük olsa da, her bir alan en optimum şekilde kullanılmış, ihtiyacımız olabilecek bir su ısıtma cihazından el fenerine, pijamadan terliğe her bir detay düşünülmüştü. Odada en çok dikkatimi çeken şey son teknoloji :), bir düğmeyle su ve koku saçan, müzikli klozetti.

Unutmadan yazayım, Japonya’da prizler 3 girişli. Her ne kadar oteller misafirleri için adaptör bulundursa da, yabancı turist sayısının fazla olduğu zamanlarda size kalmayabilir. Bu nedenle gitmeden bir uluslararası seyahat adaptörü edinmekte fayda var.

Türkiye-Tokyo arası 6 saatlik saat farkı biraz sersemletse de, otele yerleşir yerleşmez Akasaka mevkiinde yürüyüşe çıkıyoruz. Yürüyüşte dikkatimi ilk çeken yol kenarındaki “100 Yen Shop:) Mantık bizdeki “1 Milyoncu” olsa da, Japonya’ya özgü pek çok obje ve hediyeliği çok ucuz fiyatlara bulmak mümkün. Onun dışında civarda daha çok kafeler ve restoranlar var. Bunların bir kısmı da Türk Restoran/Kebapçıları. Dış görünüşümüz bizi ele veriyor olmalı ki, sokaktaki Türkçe karşılamanın ardından çaya davet ediliyor ve ısrarlara dayanamayıp oturuyoruz. (Çayı reddetmek olmaz tabi.) Yemek yemesek de, etraftaki masalara baktığımızda, Türk yemeklerinin de Japon usulü tabaklarda ve çubuklar (stick) eşliğinde servis edildiğini görüyoruz. Japon restoranları ise, önlerinden geçerken bile rahatsız eden ağır kokusuyla ve camekanında gördüğümüz ve ne olduğunu anlayamadığımız yemekleriyle bizi pek cezbetmiyor.
Yemek yemek gezilerimin en eğlenceli yanı olsa da midemin farklılıklara hassasiyeti nedeniyle Tokyo yemeklerinden büyük beklentilerim yoktu diyebilirim. Hatta en büyük endişem orada aç kalmak ya da midemi bozmak olduğu için gitmeden kuruyemiş, grissini ve çubuk kraker gibi şeylerle valizimi doldurmuştum.

Hazırlıklı olduğum için otelin kahvaltı büfesinde de balık çeşitlerinin yer almasını çok yadırgamadım; fakat Japonların ekmek, peynir, zeytin, domates, salatalık (sebze zaten oldukça pahalı) tüketmediğini görmek bir hayli şaşırttı beni. Neyse ki yumurta, kruvasan, yulaf, süt vb. şeylerle gayet doyurucu bir şekilde kahvaltı yapabildim.

Ankara metrosu ile yıllardır yapılan karşılaştırmalardan bilen bilir, Tokyo’nun metro ağı oldukça gelişmiş, resmen dört bir yanı demir ağlarla örülmüş diyebiliriz. Her bir köşesine metro ile ulaşım sağlanabildiği gibi, bir bölgede birden fazla metro istasyonu ve metro hattı görmek de mümkün. Metro kullanmak için gişelerden Pasmo (biniş kartı) almanız ve bir miktar para yüklemeniz gerek. Metro ağı fazla olunca metro kullanımı için sabit bir ücret de belirlenememiş olsa ki, Pasmo’nuzu hem metroya binerken hem de metrodan inerken okutuyorsunuz ve ücretlendirmeniz indiğiniz durağa göre yapılıyor. (ortalama 4-5 TL). Bu arada metro istasyonlarında kablosuz internet bağlantısı ücretsiz :)


Tokyo’da araç trafiğine paralel olarak insan trafiği de tersten akıyor. Metro istasyonlarındaki kalabalıkla başa çıkmak için merdivenlerde ve koridorlarda da oklarla sağ şerit geliş, sol şerit gidiş için ayrılmış durumda. Metro ağı bu kadar gelişmiş olunca, Tokyo halkını metro kullanmaya teşvik etmek ve karayolundaki araç trafiğini önlemek için halka açık otopark alanları oldukça sınırlı tutulmuş. Hatta fark ettik ki kamu kurumlarında hiç otopark yok.

İkinci gün akşamı metroyu ilk kez test ediyor ve dünyanın en ünlü markalarının mağazalarının ve ışıklı yüksek cam binaların yer aldığı, kalabalık kavşakları ile ünlü Shibuya’ya gidiyoruz. 4 ana caddeyi kesen kavşaklarda günün her saati bir insan seli akıyor. Starbucks, Burger King, McDonald’s gibi işletmelerin köşe başlarını kaptığını görmek, her ne kadar farklı bir kültür de olsa, Tokyo’nun da bir metropol olduğunu hatırlatıyor bize. Her yerde karşımıza vergiden muaf kozmetik ürünleri satan, dünyaca ünlü ve oldukça pahalı markalar arasında yer alan Shiseido marka kozmetik ürünlerini de nispeten daha ucuza bulabildiğimiz, dükkanlar çıkıyor.

Her ne kadar mükemmel lezzetler beklemesem de, hazır buralara kadar gelmişken geleneksel lezzetleri de tadalım istiyoruz ve suşi yemeye karar veriyoruz. Malum, suşinin seveni olduğu kadar sevmeyeni de çok fazla. Ben ikisinin ortasında sayılırım; fazlası zarar azı karar politikasıyla birkaç çeşidini deniyorum. Bazı çeşitlerini beğensem de, bazılarının içerisindeki vasabi aroması beni rahatsız ediyor ve hamburgere çark ediyorum. (Bilmeyenler için: Vasabi, bayır turpu dedikleri bir bitkiden yapılan, zararlı parazitleri yok etme özelliğinden dolayı özellikle çiğ et içeren yemeklerde kullanılan yeşil ve acı bir sos. Vasabi acısı, bizim bildiğimiz biber acısından biraz farklı olarak, dil ya da boğazdan çok, burnunuzu ve beyninizi yakar. Bu nedenle, yedikten sonra burnunuzu kapatarak etkisini biraz azaltabilirsiniz.) Denediğimiz bir diğer Japon mutfağı ürünü ise tempura. Tempura bir çeşit una batırılmış sebze (taze fasülye, bal kabağı, yeşil biber vs.) kızartması. Bu yemeği oldukça beğenmemizin sebebi belki de bizim mutfağımıza yakın bir tat olması.

Bence bir şehir en iyi gezilerek görülür. Bu nedenle ilk defa gittiğim şehirlerde toplu taşıma kullanmayı mümkün olduğunca tercih etmem. Bu düsturla, seyahatimin üçüncü gününde yanıma yol arkadaşları bulup, yürüyerek otelimize 7-8 km uzaklıktaki Akihabara semtine gidiyoruz. Akihabara aslında Kızılay gibi merkezi, kalabalık bir yer olmakla beraber, daha çok elektronik aletler satan mağazalarıyla ünlü. Bu mağazalar Türkiye’ye kıyasla çok daha ucuz ürünler satmalarıyla bilinse de, son 2 yıldır bu özelliklerini yitirmişler. Ama Anime karakterlerinin oyuncaklarını satan mağazalar oldukça ilgi çekici ve nispeten hesaplı.

Akihabara


Bu semtteki kafe ve restoranlar Japon halkının yalnızlığına da bir çözüm bulmuş. Mekanların önünde duran ve bütün sempatikliği ile sizi içeri davet eden çalışanlar, yemek esnasında da hoş sohbetiyle size eşlik ediyor. (Türkiye’de bu durum farklı çağrışımlar yapsa da, biriyle oturup sadece hayata dair sohbet etmek veya dertleşmek Japonlar için çok normal.)

Ama benim için Tokyo’nun en güzel yerleri; parkları. Shinjuku Gyoen Bahçesi bunlardan en büyüğü. Bahçe göz alabildiğine yeşil, içinde bir göl, bir botanik park ve kiminin gövdesi 1 metre çapını bulan bin bir çeşit ağaç barındırıyor. Park o kadar büyük ki, 4 saatlik yürüyüşümüzün sonunda sadece dörtte birini görebildiğimizi fark ediyoruz.

Shinjuku Gyoen Bahçesi
Japonların boş zamanlarını geçirmek için tercih ettikleri bir diğer park ise içerisinde bir tapınak, Tokyo Modern Sanat Müzesi, Bilim ve Teknoloji Müzesi, El Sanatları Galerisi ve Hayvanat Bahçesi de bulunan Kitanomaru Park. Bu parkta da müzelere girerek, uzun ağaçların gölgesinde yürüyüş yaparak, havuz başında kahve içerek ve piknik yaparak bütün bir gününüzü geçirebilirsiniz. Öyle huzurlu, öyle dingin…

Kitanomaru Park
Meşhur Takeshita Caddesi ise, sağlı sollu küçük dükkanların bulunduğu, türlü hediyelik eşyaların satıldığı çok hareketli ve renkli bir cadde. Tokyo’yu ziyaret eden her turistin mutlaka yolu düşüyordur.

Takeshita Caddesi
Son olarak tüm şehri ayaklarınızın altına seren 333 metre yüksekliğindeki Tokyo Kulesi’ni görmeden olmazdı. Çıkmak istediğiniz yükseklik arttıkça, çıkış ücreti de artıyor ne yazık ki. (Ortalama 60 tl diyebiliriz.)

Shibuya’da bir sigara içme bölümü
Tokyo her ne kadar bir metropol olsa da, kendine özgü farklılıklarıyla yeni bir pencere açıyor gözümde. Tüm bu farklılıkların temelinde insanlarının önce nezaketi, sonra garanticiliği ve kuralcılığı yatıyor bence. İnsanların kırmızı ışıkta karşıya geçmek için veya istasyonda metroya binmek için sıra beklemesi, sigarayı sokakta yürürken (açık alanda) değil de yol kenarlarındaki camekanlı bölmede içmeleri ve böylece sigara içmeyenleri sigara dumanına maruz bırakmamaları, daha da ilginç olanı herkesin bu genel kurallara uyuyor olması :) hayranlık uyandırıcı.

Dileriz herkesin yolu bir gün Tokyo’dan geçer.
B & Y
25.06.2016

8 Eylül 2016 Perşembe

BADAVUT

Özet:
Tarih: Temmuz 2016
Amaç: Tatil
Favori Faaliyet: Yüzmek
Favori Görülecek Yer: -
Favori Gidilecek Mekan: -

9 günlük Ramazan Bayramı tatilini fırsat bilerek çıktığımız seyahatin Sarımsaklı, Akçay ve Altınoluk ayaklarında karşılaştığımız insan selinden kaçmaya çalışırken tanışıyoruz Badavut’la. Böylelikle de aradığımız huzuru buluyoruz.

Badavut, Sarımsaklı’ya yaklaşık dört kilometre mesafede, oldukça sakin bir koy. Birkaç küçük otel, bir kafe tarzı işletme ve bir market dışında herhangi bir tesise rastlamıyoruz kaldığımız sürece.

İnternetten bulduğumuz Özak Otel’de konaklıyor ve iki kişi yarım pansiyon konaklama için gecelik 350 TL ödüyoruz ki standardına göre biraz pahalı. Tesis sayısı az olsa da daire kiralayarak daha ekonomik bir tatil yapmak mümkün.

Aşağıdaki manzara odanın balkonundan. Otelin konumu gayet iyi.

Otel Odasından Görünüm


Mezeleri çeşitli ve lezzetli, yemekler ihtiyacı karşılayacak düzeyde. İçecekler ayrıca ücretlendiriliyor. Bu durum, otelden çıkarken yapılan yanlış hesaplamanın düzeltilmesini istediğimizde karşılaştığımız sevimsiz tutum nedeniyle biraz keyfimizin kaçmasına yol açıyor. İşletmenin, müşterinin sözüne itibar etme noktasında daha dikkatli olması ya da söze itibara ihtiyaç bırakmayacak daha sağlam bir sistem kurması gerekmekte.

Badavut’un bir hayli uzun bir sahil şeridi bulunuyor. Sahilde otele ait şezlong ve şemsiyeler var. İnce kumu, sakin ve sığ deniziyle Badavut özellikle çocuklu aileler ve iyi yüzme bilmeyenler için tercih edilebilir bir yer.

Akşamları sakin bir yürüyüş dışında yapılacak pek bir şey yok. Ancak Sarımsaklı çok yakın ve çarşısı oldukça hareketli oluyor.

Sakinliğine hayran olup bir gece daha kalmaya karar veriyoruz. Tatilimizin son günlerini keyifli bir şekilde geçirdiğimiz Badavut’u, uygun bir yazlık bulur muyuz umuduyla emlak sayfalarından takip etmeye devam ediyoruz.

                                                                                                                 M & A 09.07.2016

25 Ağustos 2016 Perşembe

KEMER

Özet:
Tarih: Haziran 2015
Amaç: Balayı
Favori Faaliyet: Denize girmek, dinlenmek
Favori Görülecek Yer: Olimpos
Favori Gidilecek Mekan: Çiğdem Han, İkiz Restoran, Monte Kemer Restoran

İzin için en güzel mazeret olan balayı tatilimizi bir otele tıkalı geçirmek mi yoksa bir pansiyonda kalıp gezerek geçirmek mi arasında kararsız kaldıktan sonra ikisini birden yapmaya karar verdik. 

Ankara’dan yola çıktıktan 6 saat sonra Kemer’deydik. Turizmde son 2 yıldır yaşanan kriz Kemer’i ve esnafını da vurmuş gibi. Dükkânlar, sokaklar bomboş. Yol yorgunluğunu atmak için hemen internetten tesadüfen bulduğumuz Çiğdem Han’a yerleştik. Çiğdem Han, çalışanları gayet güler yüzlü, odaları küçük ama sevimli, eşyaların her biri titizlikle seçilmiş, her türlü detay düşünülmüş, şirin bir pansiyon. (Geceliği kişi başı kahvaltı dahil 75 TL) Daha kapıdan girdiğimiz anda lobisindeki dünyanın dört bir yanından toplanmış, çeşit çeşit ve bir kısmı da el emeği objeleri görünce mest olduk diyebiliriz. Çiğdem Han’ın sahibi yurtdışında yaşıyor ve pansiyonu çok yakın arkadaşı Emel Hanım işletiyor. Emel Hanım o kadar misafirperver ki, her konuda yol göstermekle kalmayıp (Kemer’de nerede yemek yiyebiliriz, nerelerde denize girebiliriz vb.), plaj çantamın kopan sapını bile kendi elleriyle tamir etti. Antalya domatesi, bazen simidi poğaçası, günlük meyveleri ile kahvaltı ikramları gayet güzel ve doyurucu idi.
Çiğdem Han
Emel Hanım’ın tavsiyesiyle ilk akşam Köfteci Ali’ye gidip, köftesinin yanında Antalya usulü tahinli piyazının tadına baktık. Köfte güzel; ancak Ankara’da yediklerimizden çok farklı değil. Tahinli piyaz ise, acımtırak tadı her damağa uygun olmasa da, bizim için çok lezzetliydi.
İlk akşamımızı Kemer Saat Kulesi’ndeki kafede, çocukluğumuzun favorilerinden Ayna Grubu’nun solisti Erhan Güleryüz’ün konserini dinleyerek geçirdik.
Kemer Saat Kulesi
Kemer’deki 2. Günümüzde, doğal sit alanı olarak koruma altında olan, Kemer’e yaklaşık yarım saat mesafedeki Olimpos’a doğru yola çıktık. Arabamızı girişteki otoparka bıraktıktan sonra sahile ulaşmak için, arkeolojik kazılar sonucu gün yüzüne çıkan surlar ve lahit mezarlar gibi tarihe ait birçok kent kalıntısının arasında, su kanallarının üzerinden atlayarak, kaplumbağalara selam vererek, uzun bir yürüyüş yaptık. Bu yürüyüşün sonunda oldukça temiz ve kumlu bir plaj ile çarşaf gibi bir denize ulaştık.

Akşam yemeğini nerede yiyeceğimizi bilmesek de ne yiyeceğimizden eminiz: Lagos! Olimpos sahilinin devamındaki Çıralı’da yer alan İkiz Restoran’da tadını unutamayacağımız ve yeni gelen av yasağı nedeniyle belki bir daha hiç yiyemeyeceğimiz lagosları mideye indirdik. Lagos şahane ama fiyatlar biraz tuzlu maalesef. (kilosu 110 TL)

Alışveriş yapmak istediğimizde esnafın ilgisizliği, mekanlardan gelen garip yemek kokuları ve sokak ortasında yabancı turistleri Ankara havasıyla eğlendirme çabaları, Kemerin daha çok Rus turistlere hitap ettiğinin, Türk turistlerin fazla kale alınmadığının göstergesi.  Neyse ki, yürüyüş yaptığımızda, Kemer sahilinde kumun içinde masalar kurulu, gitarla canlı müzik yapan birkaç kafeyi görmek bizi rahatlattı.

Kemer’deki 3. Günümüzde ise Tekirova Beldesi’ne bağlı Phaselis Antik Kenti’ni görmek istedik. 



Kemer’e 10 dakikalık mesafedeki Phaselis, yaz aylarında gitmiş olmamıza rağmen, çam ağaçlarıyla dolu olması nedeniyle gayet serin. Ancak korunuyor olmasından ve koyda hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesinden dolayı antik kent içerisinde hiçbir tesis, şezlong, şemsiye vesaire yok.
Phaselis Antik Kenti
Daha çok teknelerin yanaştığı ve insanların açıklarda denize girdiği; karayoluyla gelenler için imkanları elverişsiz olsa da, manzarası mükemmel, suyu tertemiz güzel bir koy. Çare tükenmez, havlularımızı bir çamın gölgesine serelim desek de; sahilde çok fazla taş olunca akşamı edemeden, biraz da hayal kırıklığı ile, Phaselis’ten ayrıldık.
Phaselis Antik Kenti

Kalan zamanımızı Kemer’in merkezinde denize girerek geçirdik; ama kumsal olmadığı için iskeleden merdivenle denize inmek pek tat vermedi.

Akşam yemeği için, otelimizin çok yakınındaki Monte Kemer Restoran’ın bahçesindeydik. Boşnak bir kadının işlettiği Monte Kemer’in yemekleri, fiyatları tuzlu olsa da, gerçekten çok çeşitli ve lezzetliydi. Yumuşak bir sesten dinlediğimiz canlı müzik ve yabancı konukların dansları eşliğinde eğlenceli bir akşam geçirdik.

Kemer’in huzurlu havası, denizinin sakinliği ve mükemmel lezzetleri sayesinde balayımızın ilk yarısını oldukça memnun bir şekilde tamamladık ve Kemer bir gün yeniden gitmek istediğimiz tatil yöreleri arasında yerini aldı.

                                                                                                                   B & Y 05.06.2015

23 Ağustos 2016 Salı

SARIMSAKLI

Özet
Tarih: Temmuz 2016
Amaç: Tatil
Favori Faaliyet: Yüzmek
Favori Görülecek Yer: Şeytan Sofrası
Favori Gidilecek Mekan: Leda Dondurma

Ramazan Bayramı tatilini fırsat bilip eşimin doğduğu, benimse daha önce gitmediğim Balıkesir’e doğru yola çıkıyoruz. Amacımız Akçay’da aile büyüklerini ziyaret ettikten sonra Sarımsaklı’da birkaç günlük tatil yapmak.

Akçay’dan Sarımsaklı’ya gelirken yol üzerinde karadut şerbeti ve pekmezi satan tezgahlar  dikkatimizi çekiyor. Birinde durarak karadut şerbetini deniyorum. Satıcı abimiz lezzetinin yanı sıra karadutun şifa deposu olduğunu da özellikle vurguluyor. Şerbet lezzetli ancak içtiğimizi yeterli bulup yolumuza devam ediyoruz.

Muhtemelen herkes bayram tatilini fırsat bilip benzer düşüncelerle hareket ettiğinden Sarımsaklı’ya geldiğimizde akıl almaz bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. İlk sıkıntıyı otoparkta yaşıyoruz. Anladığımız kadarıyla Sarımsaklı’da en önemli geçim kaynaklarından birisi otoparkçılık. Devamında otele yerleşip dışarı çıkıyoruz ve bir insan selinin içinde buluyoruz kendimizi.

Bir şeyler yemek istiyoruz. Ayvalık tostu tercihimiz ancak pek isabetli bir tercih olmadığını anlıyoruz. Tost beklentimizden çok uzak. Çarşı ya da merkez diyebileceğimiz alanda bir lunapark var. Çok yüksek sesli müzik çalması ve inanılmaz kalabalığı dikkat çekiyor. Ancak insanlarda genel anlamda bir mutluluk durumu var. Lunaparkın biraz ilerisinde pazar yeri gibi bir yer gözümüze çarpıyor, yerel bir şeyler bulabiliriz düşüncesiyle giriyoruz ancak eli boş çıkıyoruz.

Gecenin en mutlu eden anı Leda Dondurma’da yediğimiz dondurma, karadut favorim. Ancak külahımda yer alan kavun ve limonu da beğendim. Gün boyunca beklentimizi tam olarak karşılayan tek yer burası. Günün yorgunluğu ile biraz erken odamıza çekiliyoruz. Otelimiz Neo Soley, gecelik 250 TL ödediğimiz otel konum olarak oldukça iyi olmasına rağmen genel anlamda yetersiz. Fiyat kalite performansı düşük.

Ertesi sabah erkenden önce kahvaltı sonra deniz yapıyoruz. Günün biraz erken vakti olsa gerek akşamki kalabalıktan eser yok. Serin denizin tadını çıkarıyoruz. Dinlenirken Cunda’ya gitmeye karar veriyoruz. Kararda konakladığımız Neo Soley Otel’in düşük konforunun da etkisi büyük.

Daha az tercih edileceğini düşündüğümüz bir dönemde şansımızı tekrar deneyelim diyerek yola çıkıyoruz. Büyük beklentiyle gittiğimiz Sarımsaklı’dan denizi ve kumsalını beğenmemize rağmen kaçarcasına uzaklaşıyoruz. Aklımızda kalan tek iyi şey Leda Dondurma’da yediğimiz enfes dondurma.


Şeytan Sofrası’nı görelim diyoruz yol üzerinde. Eşsiz Ege ve adalar manzarasına sahip bir tepe burası, çeşitli rivayetlere konu olmuş. Şeytanın ayak izini görebilirsiniz mesela. İnsanlarımızın burada da dilekte bulunduğuna şaşkınlıkla tanık oluyoruz. Şeytandan neyi talep ettikleri merak konusu!


Han Kafe’de oturup manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Burada Ayvalık tostunun yöresel bir peynirle yapılan daha lezzetli bir versiyonunu tadıyoruz ancak çok sıra var ve gelmesi biraz uzun sürüyor.

Gün batımını göremesek de gördüğümüz kadarıyla manzaradan bir hayli hoşnut olarak Şeytan Sofrası’nı da geride bırakıp yola devam ediyoruz.

                                                                                                          M & A 07.07.2016

19 Ağustos 2016 Cuma

TRABZON

Özet:
Tarih: 11 Temmuz 2016
Amaç: Gezi
Favori Faaliyet: Yemek yemek
Favori Görülecek Yer: Boztepe, Maçka, Hamsiköy
Favori Gidilecek Mekan: Boztepe Çay Bahçesi, Ayasofya Müze Kahvaltı, ZİTAŞ Tesisleri

Trabzon’a Karadeniz turumuzun bir parçası olarak gidiyoruz. Hava çok sıcak; ama bir tarafımız yeşil bir tarafımız mavi. İkisi de Ankara’da pek göremediğimiz güzelliklerden, bu yüzden yol boyunca yeşillikleri mi seyretsek, denize mi baksak karar veremiyoruz. En sonunda fotoğraf çekmekten ikisine de bakamadığımızı fark ediyoruz. Bu arada fonda USB’mize kaydetmiş olduğumuz Karadeniz Türküleri çalıyor, iyice moda giriyoruz.

Hava kararmak üzereyken doğrudan Boztepe’ye çıkıyoruz. Boztepe’de günbatımını izlemeden gelmeyin demişlerdi, iyi ki de demişler! Gökyüzünün renkten renge girişini semaver çayı eşliğinde izliyoruz. Tesadüf o ki İstanbul’da ikamet eden arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Boztepe’de çay, muhabbet ve manzara mükemmel 3’lü…








Açlıktan ölmeden önce kendimize kalacak bir yer bakıyoruz. Trabzon’da kalacak temiz bir otel bulmak çok zor. Kamu misafirhanelerinin hepsi dolu. Öyle olunca kışın öğrencilere yurt hizmeti veren Serra Apart’a gecelik kişi başı 50 TL (kahvaltı hariç) vermek üzere yerleşiyoruz. Sonrasında soluğu Akçaabat Cemil Usta’da alıyoruz. Her ne kadar Akçaabat köftecisi olarak ünlenmiş olsa da, Cemil Usta’da favorimiz domates soslu levrek buğulama ve yanında bol yeşillikli salata. 

Levreğin tadı damağımızda, merkezdeki Uzun Sokağa gidip bir tur atıyoruz. Geç kalmamak lazım, ertesi gün yolculuk var.

Kahvaltı için internetten küçük bir araştırma yaptık ve Ayasofya Müzesi’ndeki kahvaltı mekanının en popüler mekanlardan biri olduğunu gördük. Gayet salaş bir mekan olmasına rağmen, deniz manzarası, hizmet kalitesi ve en önemlisi de kuymağı ve kayganasıyla bizi mest etti. Kahvaltı kişi başı 14 TL, ancak tek kişilik serpme kahvaltı iki kişiyi doyurmaya yeter. Yanında aldığımız kuymak için 10 TL, kaygana için 7 TL ayrı bedel ödüyoruz.

Tabi ki Sümela Manastırı’nı görmeden gitmek istemiyoruz; ancak restorasyon çalışmaları nedeniyle Manastır kapalı. Neyse ki Trabzon’a yeniden gelmek için artık bir bahanemiz var.

Rotamızı Maçka’ya çeviriyor, denizden ayrılıp içeriye, yeşilliklere, doğru yol alıyoruz. Önerilere kulak veriyor ve ZİTAŞ Tesislerinde bir mola veriyoruz. Tesisi bulmak bayağı zor oluyor, çünkü sadece 1 tane tabelası var ve tabelayı kaçırdığımızı Zigana Geçidi’ni geçerken anlıyoruz. (Biz bulmakta zorlansak da Arap misafirlerimiz çoktan tesisi bulmuş ve en güzel köşeleri kapmışlar.) Tesisin mükemmel bir manzarası ve sıcak havaya rağmen hafif bir esintisi var. Karnımız tok ama kara lahana sarması yemeden olmaz deyip, sarmanın tadına bakıyoruz. 

Dönüş yolunda özellikle Hamsiköy’den geçiyoruz ki bakalım sütlacı bahsedildiği kadar lezzetli miymiş? Kahvede oturan amcalar Yayla Lokantası’nı işaret ediyor. Lokanta sahibi ve Hamsiköy sütlacını meşhur eden Osman Amca bir koşu sütlaçlarımızı getiriyor. Kocaman 1 kase sütlacı afiyetle yedikten sonra fiyatını öğreniyoruz 5 TL. İçimiz rahat etmiyor, “Kaç kilometre yol geliyor insanlar, neden bu kadar ucuz satıyorsunuz?” diye sormadan edemiyoruz. “Benim hakkım bu, fazlası haram” diyor Osman Amca. Böyle insanların hala yaşadığını bilmek güzel. O zaman hakkını verelim deyip 2. kase sütlaçlarla yola çıkıyoruz. Bir sütlaç için o kadar yol gidilir mi diyebilirsiniz. Vallahi de gidilir!

                   
Her ne kadar son zamanlarda hakkında pek iyi şeyler duyamasak da, Uzungöl’ü pas geçmek istemiyor ve geceyi Uzungöl’de geçirmeye karar veriyoruz. Birkaç otel gezdikten sonra, aşçısından kahvaltıda kuymak sözü alarak kişi başı 80 TL'ye (kahvaltı dahil) Kamanoğlu Otele yerleşiyoruz. Ardından Uzungöl’ün etrafında bir tura çıkıyoruz; ancak gölün dört bir yanını bilumum oteller, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve seyyar satıcılar kapladığı için biraz hayal kırıklığına uğruyoruz açıkçası. Sabah 6’da yürüyüşe çıkmak çok daha mantıklı. Hem gecenin ışıkları söndüğü için manzarayı daha rahat görebiliyor, hem de yemek kokularından arınmış temiz Uzungöl havasını soluyabiliyoruz sonunda.


Trabzon gezimizden bize kalan her bir köşesindeki nefis tatlar ile her tonuna rastladığımız yeşillikler oluyor.
                                                                                                                 B & Y 18.08.2016




18 Ağustos 2016 Perşembe

AKYAKA

Özet

Tarih: Eylül 2015
Amaç: Tatil
Favori Faaliyet: Azmak’ta tekne yolculuğu
Favori Görülecek Yer: Azmak
Favori Gidilecek Mekan: Olta Restaurant

Muğla’da Gökova Körfezinde bulunuyor Akyaka. Tavsiye üzerine gitmeye karar veriyoruz biz de. Yaptığımız arayış sonunda gözümüze kestirdiğimiz Big Blue’dan oda kahvaltı tek gecelik rezervasyon yaptırıp gidiyoruz.  Mekanın konumu, odanın temizliği, yeni ve modern mobilyaları beklentimizin üstünde.

Akyaka’ya vardığımızda akşam olmak üzere. Azmak nehrine ayırıyoruz günden geri kalanı. Ufak tekneler üç beş yolcuyu bulunca çalıştırıyorlar motoru. Denizden nehire geçiyoruz. Nehir suyu berrak, koca koca balıkları seyrediyoruz. Nehrin iki yanı yemyeşil, içi de öyle. Yosunlardan bir orman uzanıyor altımızda.
Azmak

Restaurantların olduğu bölge tekneler için durak. İniyoruz. İnsanlar suya ayaklarını sokuyor, yüzen bir çifte hayretle bakıyor herkes. Su inanılmaz soğuk. Nehir kıyısında sıra sıra balık restaurantları var, yer bulmak hele de nehir kıyısında olsun derseniz şansınıza kalmış. Olta Restaurantta buluyoruz biz böyle bir yer. Mezeleri çok lezzetli. Ortası deniz mahsulüyle doldurulmuş mantar bir harika. Kaya koruğu denen bir çeşit ottan bir meze tadıyoruz ki o günden sonra her yerde onu arar olduk. Barbun ve kalamardan da hoşnutuz. Etrafımızda yüzen ördeklerle birlikte yemeğimizi yerken güneşi de batırıyoruz.

Azmak


Yemeğin arkasından şeftalili, krepli ve helvalı çok lezzetli değişik bir tatlı servis ediliyor. 200 TL civarında bir hesap ödediğimiz mekandan memnun ayrılıyoruz.

Dönüşte yürüyoruz, yaklaşık 20 dakikada sürüyor. Yol boyunca Akyaka’nın şirin beyaz evlerinin tadını çıkarıyoruz. Çarşı hareketlenmiş bu saatlerde.

Ertesi sabah Big Blue’da sunulan kahvaltı da beklentimizi karşılıyor. Bir gece daha kalmak istiyor ancak yer bulamıyoruz. Yönlendirdikleri Erdem Otele geçiyoruz biz de. Big Blue’dan sonra standardımız epeyce düşüyor.

Akyaka’nın denizi bizi çok şaşırtıyor. Metrelerce sadece dizlerimize geliyor deniz ve üzerinde nehirden karışan bir karış soğuk su var ki alışmak mümkün değil. Yakındaki koylara gitmeye karar veriyoruz. Önce yarım saat kadar bir mesafede Akbük’e, sonra yine yaklaşık yarım saat uzaklıkta olan Ören’e uğruyoruz. Akbük’ü pek sevmiyoruz, ancak Ören’in küçük, şirin plajı ve denizi bizi bir hayli mutlu ediyor.

Akbük

Akşama tekrar Akyaka’ya dönüyoruz. Konyalı Gözlemeci ve Tostçu meşhur yerlerindenmiş, araya sora bulup gözlemelerini tadıyoruz. Lezzetli ancak sıradan.


Ertesi sabah Erdem Otel’de kahvaltı etmek istemiyoruz, zira aklımız Azmak’ta kaldı. Olive Farm’ın mağazasına gidip zeytin ve zeytinyağı alışverişi yapıyoruz. Organik sertifakalı ürünler güzel, ancak biraz pahalı. Azmak kıyısındaki mağazanın bahçesinde kahvaltı servisi de yapılıyor. Burada çok iddialı olmasa da güzel bir kahvaltının ardından, nehrin içine koydukları masada ayaklarımız suda birer çay daha içip Azmak’ı görmüş olmaktan memnun bir şekilde Akyaka’dan ayrılıyoruz. 
               
                                                                                                                    M & A 04/09/2015